Kökten Özgürlükçü Direniş Sanatı
Avangard ruhun çeşitli zaman ve mekanlarda sanat ve hayat arasındaki sınırların ihlali olarak Dadaist, Sürrealist, Situasyonist ve Fluxus gibi damarlarları, dil ve yöntemleri olmuştur. Anti-sanata yaklaşan bu akımların reddedici karakteri 1980’li yıllarda devrimci barutunu tüketmiş, dişleri ve tırnakları aşınmış, sürtünme yaratma kapasitesini tamamlamıştır. Bu akımlar karşıtı oldukları kurumsallaşmış egemen sanat anlayışının ve kapitalist sistemin, toplumun ruhuna ve mantığına yenik yenik düşmüşlerdir. Zamanla, sistemin kendini yeniden üretme ritminin gerisinde kalmışlardır. Tam da aynı dönem Minervanın Baykuşu kanatlarını açmış ve sanatın Musaları, bu Prometheusçu mirası güncel/kavramsal sanatla devralmıştır. Fakat sanattaki bu aykırılıklar soyu ve damarı bugün kendisine kürsü veren kültür endüstrisi ve egemen görsel kültürün sığ imgelerine dönüşme riski ile karşı karşıyadır. Genel bir anlam bunalımı içinde nihilizme saplanmış yaşamın, toplum ve bireyinin sanatı da aynı kaderle hesaplaşmak zorunda. Modern sanatın 18. yüzyıldan bugüne, yaklaşık iki yüz yıllık kanonik estetik rejimini; imgelerin ve dolayısıyla da zamanın sıralı, lineer estetik dizilimini terk etmiştir çağdaş-güncel sanat. Aynı an ve söylem içinde varlık katmanlarının tümünü gösteren kavramsal sanat, Deleuzeyen ‘köksap’ yapıda bir estetik rejim oluşturdu. Artık anlam dil ile iletilen olmaktan çıkıp dilin kendisine dönüşürken, özün biçime mesafesi ihlal/iptal edildi. Formel tartışmalar sanata gölge etmiyor artık.
Günümüz sanatının en temel karakteri Sokratik ironidir. Fakat bu ironik bakış, alt sınıfların kendi içine patlayan trajik durumlarına dönük, alaycı züppeliğe dönüşme eğilimi gösteriyor. Bu da, trajik kaderin faili olan sınıfların ayıbını örtme riski taşıyor. Kendi dilini ısıran, politik söylemi sömüren/protezleştiren ve parazit ilişki kuran egemen estetik kanonun konforuna ve etik suçuna ortak olmayan Yorozlu’nun sanatı; kıyısını yanında taşıyan nehirler gibidir.
Şenol Yorozlu yüz metre koşucusu olan günümüz sanatına, ontolojik yarılma içindeki varlığı sorunsallaştırarak maraton koşturmaktadır. Bir aktivistin gerilla taktiği gibi simgeleri örgütlüyor. Big Brother’ın ayartan işveli çağrısına teşne olmayan, rıza göstermeyen, oyuna gelmeyen, kendi oyununu kavram-imge diyalektiği ile kuran Yorozlu, büyüsü bozulmuş dünyayı simgelerin semiyolojisi ile yeniden büyülemektedir. Bu yanıyla romantiktir de.
Yorozlu’nun hem sanatıyla hem de kendisiyle sahici bir ilişkilenme epistemolojik değil ontolojik olmak zorunda. Başkalarında sakil duran gerilim ve agresyon ritüelleri onda direniş imgesine dönüşüyor. Olağan dışı ya da olağan üstü olan ve kişisellik taşıyan anormallikler, örgütlü burjuva sosyalliği karşısına anti-sosyallik olarak ayak diremektedir. Bilgi nesnesi olmaya direnen, ondan kaçan ve peçesini açmayan Yorozlu imgeleri, bilginin soğuk mesafeliliğine kapatır kendini. Çocukluğun ikinci kez ele geçirilişi olan bu imgeler, kavramını sırtında taşımaz. Hakikati aşırı olanda görünür kılarken, her imge söz’ün dil’e iadesine dönüşür. Bu aşırılık, lüks ve konforun ardındaki suç ve ayıbın Kafkaesk “bulantı”sını yaratıcı neşe ile karşılamayı sağlar.
Şenol Yorozlu’nun 1970’li yıllarda karikatürle başlayan 30 yıllık mizah ve etik/politik/estetik serüveninin, inine çekilme, pusu kurma, görünme/gösterme uğraklarının(konak değil) ve kavşaklarının detaylarına girmeden söyleyebileceğimiz şey; geometrinin antik dönemden günümüze dek devam eden, felsefeye ve sanata esin ve imkan tanıyan doğasını, imgeler ve kavramlar bohçasında, alet kutusunda taşıyor oluşu olacaktır. Üçgen ve çemberin semiyotiğini sanatının ve direnişinin parolaları, söz ve form arayışlarında sondaj olarak işlevlendiriyor. Bu, Foucault’nun “spesifik entelektüel”in varlık biçimi için kullandığı arkeolog tanımının sanatçıda karşılık bulmasıdır. Fakat geometrinin de doğasına teslim olmayan Yorozlu’nun çemberlerinde köşe, üçgenlerinde eğriler bulmak da olası. Bu onun iflah olmaz tahayyül gücüdür. Toprak, dişi ve eril göstergeler olarak kullandığı bu formlarla toplumsal bedenin fallusçu yapısını, ruhunu ve ahlakını sorun alanına çeker. Bu anlamda Yorozlu’nun menzilinden kaçabilecek bir suç, ayıp ya da günah yoktur. Yorozlu, eğer tanrı var olsaydı onu da sorgulardı dedirtiyor bana. Mizah, suç mahalline sızarken sanatında taşıdığı dinamit gibidir.
80’lerde “yeni dışavurumcu” anlayışla biçim ve dil sondajlarını kökene yönelten, kaygı ve sezgilerini yazı ve konuşma dilinin menziline girmeyen durum, anlam ve varlık biçimlerini kolaj tekniğinin anarşisine açarak bugüne varıyor Şenol Yorozlu. Sanatçının bu 30 yıllık yaşam-sanat öyküsü Marx’ın köstebek metaforuna, onun ısrarcı, dipten kazarak yol alan ve arada bir başını çıkarıp kat ettiği mesafeyi, kazması geren alanı tarayıp tekrar işine koyulan öfkeli ve umutlu, neşeli ve telaşlı doğasını paylaşıyor. Bir zamanlar Avrupa’nın üstünde dolaşan hayaletin soyundan gelen bu köstebek şimdi buralarda, sistemin ve bu sistemin uzantısı sanat anlayışının dibinde uğulduyor.
Sanatta ve sanatla direniş ve sabotaj soyundan bugüne kalan mirasa, bu mirasın soluğunun kesildiği, fısıltısının gürültüye boğulduğu çağrısına, içine düştüğü omurgasızlığa ve pozisyonunu yitirmiş mevcut haline saldırarak sahip çıkar Yorozlu. Kadraja aldığı, örgütlenmiş tiranik hakikati ve zamanın ruhunu en ayıp yerlerinden yakalayan sanatçı, gösteri toplumunun tüketim kültürünü, eşyanın fetişini, kullandığı başka bağlamlarda başka anlamlara zincirlenmiş görüntüleri, itiraz dilinin parolalarına dönüştürerek, uzlaşmaz gramer oluşturuyor: Oxymoron!
90’lı yıllarda tesadüfen eline geçen Malik Aksel’in, günümüzden yaklaşık 600 yıl öncesinden beri Anadolu islam yorumu içinde mistik ve estetik uygulamalara dair incelemesi olan bir kitaptan öğrendiği yazı-imgeleri dikkatini çeker. İslam’ın suret yasağı karşısında “Direniş Sanatları” diyebileceğimiz, resimsel çalışmalardan bahseder yazar bu kitabında. Osmanlı alfabesindeki göz sözcüğüne ait bir ses olan ve form olarak da göze benzeyen bu harf birbirine dönük iki tane kullanılarak bir insan sureti oluşturuluyor ve bu bir yüzeye oturtulduğunda yazı olma vasfını koruyarak resme dönüşüyor. Harflerin kuyruğu yüzün ağız kısmını imlerken, ağzın dilsizliğini de sezdiriyor. Bu da dilin tıpkı göz ve doğu arasındaki ilişki gibi batı ile ilişkili olduğundan susturulmuşluğu ima ediyor. VAV’daki V’lerin üzerine konan gözler sokağın direniş dilinde özel bir yeri olan sapan imgesine dönüşüyor. VAV’dan W’ya sıçrama geometrinin imgesel ve düşünsel koridorlarından geçmekte.
Sanatçının, 29 Kasım – 2 Aralık 2007 tarihleri arasında sergilenecek 15 resimden oluşan “İnsan Gözlü Çifte VAV” adlı bu sergisinde gözler, hem doğuyu hem de oryantalist batının doğuyu izleyen, röntgenci ve fallusçu bir söylemin ve konumun ürkütücü teşhiri. Yorozlu’nun bu resimlerindeki, şaşma, hayret etme, merak ve tedirginlik içinde umuda tutunma/umudu üretme meselleri olan, olay çıkaran imgesel sözleri, sistemin aşırılıklarına değil makine dairesine yöneltiyor salvolarını. Yarışmacı, mülkiyetçi kültürün içinde esrimiş günümüz insanının eşya karşısındaki konumunu ele veren gözler ve kapitalizmin ikonalarından biri olan jean pantolon görüntülerini yapıtında öyle konumlandırıyor ki, kemirgen şiddet (Violence] ve hiçliğe kilitlenmiş savaş [War] sözcüklerinin İngilizce’deki karşılıklarının ve bu sistemin bir tüketim nesnesine indirgediği dünyanın [World] ilk harflerine dönüşüyor. Harfler, simgeler ve imgeler arasında salınarak Deleuze’un “köksap” diye kavramsallaştırdığı varlık biçimleri üretiyor Yorozlu. Bir simge olarak gözü anıştıran Osmanlıcadaki göz sözcüğünün bir harfi olan VAV’a, oradan da Latin alfabesindeki W’a sarkarak, kavram, tema, malzeme, resim/sergi adları ve teknik, Yorozlu’nun söyleyecek sözü, gösterecek durumu olduğunda plastik bir söylem içinde birbirinin omzuna tutunuyor.
Şenol Yorozlu daha önceki çalışmalarında yaptığı gibi bu işlerde de ilkel kabile ritüellerinden antik dönem simgelerine, varlık sorunlarından estetik dil/form kaygılarına çarparak, aşındırarak süren salınımından türeyen fikirler, imgeler ve düşlerden kurduğu orduları getirip bugün ve şimdinin karşısına dikilir. Ne sanattan cayar ne de yaşama sırtını döner. Eşikte durmaz, eşik olur aynı anda hem içerde hem dışarıdadır; ne içerde ne dışarıda!
Sanatçının son 4 yılının ürünü/yaratımı olan “İnsan Gözlü Çifte VAV” sergisi, sanata ilgi duyan direnişçilere, aşağı tırmananlara, kökten düşçülere imge lojistiği sağlayacak.
Suat Hayri Küçük